Skip to content

Narrow screen resolution Wide screen resolution Auto adjust screen size Increase font size Decrease font size Default font size default color brick color green color
Adnan Nas - Zihniyet ve Potansiyel (25.12.07) PDF Yazdır e-Posta
25 Aralık 2007

Görüyoruz ki hayat sadece bireyler için değil, hatta belki daha çok, firmalar ve ülkeler için zorlaşıyor. Üstelik bu, başdöndürücü bir hızla gelişen teknoloji ve artan zenginliğe rağmen böyle oluyor. Türkiye de bir yandan binbir zahmet ve maliyet ile kavuştuğu makroekonomik istikrarı korumak hatta mümkünse iyileştirmek, diğer yandan kalıcı bir büyüme yörüngesine girmesini sağlayacak bir dizi yapısal ve kurumsal reformu gerçekleştirmek çabasında.

Böyle çok boyutlu bir hedefe ulaşılması sadece kamu otoritesinin değil, firmaların ve bireylerin de daha yüksek performans göstermesini gerektiriyor. Çünkü gelişmiş batı ile refah açığını küçültmek için değişime uyum göstermek yetmiyor, fark yaratacak hamlelere ihtiyaç var. Oysa zaman zaman küresel piyasa koşullarına uyumda dahi sorunlar yaşıyoruz.

Zihinsel kodlar yavaş değişiyor

Bu sorunların büyükçe bir bölümü düşüncelerimizi, algılamalarımızı dolayısıyla tavırlarımızı belirleyen zihinsel kodlarımızın değişmemesi ya da yavaş değişmesi ile ilgili. Yazılı ve görsel medyayı dikkatle izleyen herkes, bunun birçok örneğini farklı alanlarda görebilir. Biz bugün şirketlerimiz ve mevzuat ile ilgili bazılarından sözetmek istiyoruz.

Ancak öncelikle bir kez daha vurgulayalım ki bazı sorunlar ile uğraşıp diğerlerini erteleme lüksümüz yok. Hem küresel kaynaklardan daha fazla pay almaya çalışmak, hem de mutfağımızı düzeltip iç dinamiklerimizi geliştirmek zorundayız. Üstelik birini ihmal edersek, diğerinde de işimiz zorlaşıyor.

İçimize kapanarak rekabet edemeyiz.

Yakın zamanlara kadar iş ve ticaret hayatımızı çevreleyen mevzuatımızın, aslında çok daha uzun zamandan beri varlığını hissettiren hatta irili ufaklı krizler ile bedeller de ödeten küresel ekonomi gerekleri ile pek uyuşmadığını, zaten bu mevzuatın genellikle 80'ler öncesindeki planlı ve korumacı ekonomi döneminde oluşturulduğunu daha önce de söylemiştik. Son yıllarda, özellikle kriz tedavilerinin zorunlu kıldığı alanlarda sözgelişi bankacılıkta oyunun kurallarına daha kolay intibak etmemizi sağlayan mevzuat değişiklikleri gerçekleşti. Ancak daha çok bizim inisiyatifimize bağlı, fakat orta vadede yeni kriz potansiyelinin birikmesini önleyecek diğer alanlarda böyle bir stratejimizin, hatta inancımızın olduğundan sözetmek mümkün değil.

Nitekim bu yöndeki seyrek girişimlerden biri olarak Kurumlar Vergisi Kanunu'na ilave edilen "yurtdışı iştirak kazançları istisnası" ve "bölgesel holding rejimi" aradan geçen üç yıla rağmen ne ilgili kamuoyu, ne de şirketlerimizce kavranmış ve benimsenmiş değil. İşin ilginç yanı, Maliye Bakanlığı'nın bu hükümlerden yararlanmak için öngördüğü koşulların rekabetçi olup olmadığının tartışılması şöyle dursun, bu tür hükümlere neden gerek görüldüğü ve ne işe yarayacağı anlaşılmıyor. Hatta ülkeden sermaye çıkışının özendirilmesi olarak yorumlanıyor. Oysa birincisi, dışarıya sermaye çıkışı zaten var ve üstelik kötü bir şey değil. İkincisi bu tür mevzuat, sermaye çıkışlarının mevcut durumdaki gibi içerdeki olumsuz yatırım ortamından kaçarak ayakta kalabilmek için değil, Türk şirketlerinin küresel operasyonlara katılmalarını kolaylaştırmak amacıyla yapılmasını öngörüyor. Ayrıca uluslararası uygulamalarda kabul edilen ekonomik çifte vergilendirme önlenmiş oluyor. Ülkenin yatırım yeri olarak cazibesinin artırılması ise başka bir şey ve bu ikisi birbiriyle çelişmiyor, aksine birbirini tamamlıyor. Kaldı ki küresel ölçekte faaliyet gösteren şirketlerimizin uzun zamandan beri böyle rejime sahip ülkelerde üslenmeleri gibi bilinen bir gelişmeyi Türkiye'ye yönlendirmekte aksine geç bile kalmışız. Ayrıca coğrafi konumumuzu da değerlendirerek bölgeye yönelik yatırımcı sermayenin burada üslenmesini amaçlamanın neresi kötü? AB üyeleri dahil pek çok gelişmiş ya da yükselen ekonomi, benzer mevzuat düzenlemeleri ile uzun zamandır rekabet ederken bizim tezimiz nedir?

Yok eğer biz içimize kapanalım, sınırlarımızı kapatalım, kendi yağımızla kavrulalım diyorsak bu hem inandırıcı değil, hem de çok geç

Ülker örneği ve Türkiye'nin potansiyeli

Artık eski doğu bloku ülkeleri, hatta komünist Çin bile devletlerinin ceberrutluğundan çok ekonomilerinin ve şirketlerinin gücü, bireylerinin yetenekleri ve girişimcilikleri ile yeni dünyada konumlarını güçlendirmeye çalışırken, küreselleşmenin ortaya çıkardığı bu fırsat ikliminde hiç te küçümsenmeyecek kozlara sahip olan Türkiye'nin geçerliğini çoktan yitirmiş düşünce kodlarından bir an önce kurtulmasında yarar var.

Zaten pek çok reel sorunumuz varken ve başka bir dizi sorun yolumuza çıkacakken kendi ayaklarımızı bağlamamalıyız. Süper güç ABD'nin bile çözmediği cari açığı parasının rezerv niteliğini ve dolayısıyla ülkenin konumunu sorgulanır hale getiriyor. Dünya ekonomisinde şimdiden yavaşlamaya yüz tutan büyümenin ve konjonktörün olumlu etkileri tümüyle kaybolmadan hem düşüncelerimizi, hem de kurumsal ve yapısal koşullarımızı süratle dönüştürmeliyiz.

Şirketlerimizin ve işgücümüzün rekabetçi ölçek ve verimlilik düzeyine yükseltilmesi için yitirecek zamanımız yok. Ne var ki şirketlerimizin yeterli güce ulaşanlarında bile küresel rekabete katılma konusunda yeterli kararlılık oluşmuş değil. Son günlerde Ülker'in gıda endüstrisinde uluslararası bir markayı satın alması, yakın geçmişte de Koç'un Beko'sunun ve Doğan yayın grubunun girişimleri gibi çok sınırlı örnekler de ya kayıtsızlık, ya da şaşkınlıkla karşılanıyor.

Oysa ülkenin potansiyeli çok daha fazla!...

 

http://www.dunyagazetesi.com.tr/news_display.asp?upsale_id=338681&dept_id=80