Skip to content

Narrow screen resolution Wide screen resolution Auto adjust screen size Increase font size Decrease font size Default font size default color brick color green color
Yeni Yargı Kararları PDF Yazdır e-Posta
17 Nisan 2014
Image

Danıştay Dergisinin 134. sayısında yer alan güncel bazı yargı kararları

1. Kurumlar Vergisi Kanunu

Gerçek gelirin vergilendirilmesinde, matrahın tespitinde Merkez Bankasının yayınlandığı sektörel karlılık oranları esas alınabilir mi?

(Danıştay Dördüncü Dairesinin 23.01.2013 tarih ve E:2012/7650 K:2013/50 sayılı kararı)

Türk Vergi Sisteminde genel kanaate ve varsayıma dayalı olarak vergilendirme yapılması mümkün bulunmamaktadır. Gerçek gelirin vergilendirilmesi amaçlanarak bu amaca yönelik incelemeler yapılıp, Vergi Usul Kanunu’nda usul ve esasları belirtilen tarh şekilleri uygulanarak gerçek veya gerçeğe en yakın biçimde vergiyi doğuran olayın ortaya çıkarılabilmesi için somut kanıtların ortaya konulması zorunludur.

Davacı şirketin defter ve belgelerinin incelenmesi sonucu düzenlenen raporda, ilgili yılda gerçeğe aykırı olarak faturalar düzenlediği ileri sürülen şirketlere ait faturaları herhangi bir emtia alımı olmaksızın kayıtlarına intikal ettirdiği, söz konusu fatura bedellerinin ihtilaflı dönem toplam maliyetinin % 16'sını oluşturduğu, ancak faturaların maliyetten çıkarılması halinde davacının karlılığının % 87 gibi yüksek bir orana ulaştığı, bu sektör için bu karlılık oranının mümkün olmadığı açıklaması ile davacının bazı maliyetlerini kayıtlarına intikal ettirmediği sonucuna varılıp, davacının faaliyet gösterdiği sektördeki diğer firmaların karlılık oranı ve Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankasınca yayınlanan ilgili sektörel verilerde ki karlılık oranının % 5- % 14 arasında olduğu ve davacı lehine hareket edildiği belirtilerek davacının karlılık oranının % 5 olarak esas alındığı, ayrıca satışların % 5'i satış maliyeti kabul edilerek ve buna göre düzenlenen gelir tablosu uyarınca cezalı tarhiyatın yapıldığı anlaşılmaktadır.

Olayda, davacı şirket adına başka şirketler tarafından düzenlenen faturaların gerçeğe aykırı olduğu ve bu firmalardan emtia alımının olmadığı kabul edilmiştir. Ancak, davacı şirketin satışları tenkit edilmediğine göre bu şirketin emtia alımında bulunduğu tartışmasızdır. Dolayısıyla davacı şirketin beyan ettiği kârın incelemeye alınarak ve emtia envanteri yapılarak değerlemeye girilmesi ile sonucu ulaşılması gerekirdi. Kurumlar vergisi yönünden yapılan inceleme esnasında bu nitelikte bir incelemeye girilmemiştir. Ayrıca rapora ekli olan tutanakta, davacı şirket yetkilisince karlılık oranlarının % 1 civarında olabileceği belirtilmiştir. İnceleme elamanınca bu rakamın dışındaki bir karlılık oranına ulaşılırken bu konuda herhangi bir incelemeye girişilmeden dayanaksız olarak "diğer firmaların karlılık oranı" deyimine yer verilip % 5 oranı esas alınmıştır. Bu konuda Ticaret Odaları veya diğer ilgili yerler nezdinde bir araştırma bulunmamaktadır. Bu konuda somut bilgileri bulunan ve asıl görevleri gereği bilgileri bulunması gereken Ticaret Odaları değerlendirmeye alınmadan, genel para politikasının tespiti amacıyla Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası tarafından yayınlanan sektörel veriler esas alınamaz.

Diğer taraftan davacı şirket, ticari faaliyetini sonlandırmak üzere tasfiyeye girmiştir. Emsalleri oranında başarılı bir ticari faaliyetin olması halinde tasfiyeye girilmesi düşünülemez. Dolayısıyla başarılı bir ticari faaliyetin kâr oranlarının emsal alınması da hatalıdır. Bu bakımdan kurumlar vergisi bakımından yapılan incelemenin eksik olduğu açıktır.

2. Katma Değer Vergisi Kanunu

Bakanlar Kurulunca belirtilen sınırın altında kalan ve indirim yoluyla giderilemeyen katma değer vergisinin tamamen katma değer vergisi hesaplarından çıkarılması gerekir mi?

(Danıştay Dördüncü Dairesinin 23.05.2013 tarih ve E:2013/1381 K:2013/3644 sayılı kararı)

Katma Değer Vergisi Kanunu'nun 29/2. maddesi ve 99 seri no.lu KDV Genel Tebliğinde yer alan düzenlemeler değerlendirildiğinde, Bakanlar Kurulu tarafından vergi nispeti indirilen teslim ve hizmetlerle ilgili olup teslim ve hizmetin gerçekleştiği vergilendirme döneminde indirilemeyen ve tutarı Bakanlar Kurulunca tespit edilecek sınırı aşan vergi tutarının iade kapsamında olduğu, cari yıl içerisinde Bakanlar Kurulu tarafından belirlenen limitin altında kalan KDV'nin sonraki yıl devreden katma değer vergisi hesabına ilave edileceği, sonraki yıl katma değer vergisi iade alacağının hesabında ise o yıl için geçerli olan limitin göz önüne alınacağı sonuçlarına ulaşılmaktadır.

Dava konusu olayda, bir önceki dönemde Bakanlar Kurulunca tespit edilmiş olan sınırın altında kalan ve dolayısıyla iade yolu ile giderilememiş olan katma değer vergisinin yukarıda yer verilen hükümler uyarınca devreden katma değer vergisi olarak uyuşmazlık dönemi hesaplarına aktarılmasında ve dönem sonunda bu defa uyuşmazlık konusu dönem için belirlenmiş olan sınırın altında kalan ve dolayısıyla iade yolu ile giderilemeyen katma değer vergisinin devreden katma değer vergisi olarak takip eden dönem katma değer vergisi hesaplarına dahil edilmesinde yasaya aykırılık bulunmayıp, Bakanlar Kurulunca belirtilen sınırın altında kalan ve indirim yoluyla giderilemeyen katma değer vergisinin artık tamamen katma değer vergisi hesaplarından çıkarılması gerektiği yolunda bir yorumla yapılan tarhiyat yasaya uygun değildir.

Katma değer vergisinin kanuni mükellefi olmamakla birlikte bu vergiyi fiilen ödeyen ve vergiye nihai olarak katlanan davacının dava açma ehliyeti var mıdır?

(Danıştay Dördüncü Dairesinin 06.05.2013 tarih ve E:2012/2515 K:2013/3293 sayılı kararı)

Katma Değer Vergisi Kanunu'nun 8. maddesinin 1. fıkrasının (a) bendinde, mal teslimi ve hizmet ifası hallerinde bu işlemi yapanların katma değer vergisinin mükellefi olduğu belirtilmiştir. Ancak, katma değer vergisinin yansıtmalı bir vergi türü olması ve yansıtılabilirlik özelliği nedeniyle, asıl vergi yükü, bu vergiyi ödeyen ve indirim hakkı olmadığı için söz konusu vergi yükü davacı üzerinde kalmakta, verginin davacıdan tahsili suretiyle davacının mamelekinde meydana gelen azalma nedeniyle davacının menfaati etkilenmektedir.

Sadece vergiyi tahsil edip vergi dairesine yatıran kişinin dava açma ehliyetinin bulunduğu, vergiyi fiilen ödeyen ve verginin getirdiği mali yüke katlanan davacının ise bu vergi ile ilgisinin olmadığını kabul etmek, mükellefiyet kavramı ile bağdaşmayacağı gibi, 2577 sayılı Kanun’un 2. maddesinde öngörülen menfaat ihlali durumunda dava açılmasına olanak tanıyan düzenlemeyle de bağdaştırılamaz.

Bu nedenle, Başbakanlık Arsa Ofisi Genel Müdürlüğünden taşınmaz satın alan davacının satış bedeli üzerinden ödemek zorunda kaldığı vergiye karşı açtığı davada ehliyeti bulunduğundan, Vergi Mahkemesince, katma değer vergisinin mükellefi olmayan ve vergiye nihai olarak katlanan davacı tarafından açılmasının mümkün olmadığı gerekçesiyle davanın ehliyet yönünden reddine karar verilmesinde hukuka uyarlık görülmemiştir.

3. Özel Tüketim Vergisi Kanunu

Sinyal kolunda tadilat yapılan aracın engelli şahsa satışında ÖTV istisnası uygulanabilir mi?

(Danıştay Üçüncü Dairesinin 11.06.2013 tarih ve E:2013/629 K:2013/2686 sayılı kararı)

Özel Tüketim Vergisi Kanunu’nun 7. maddesinin 2. fıkrasının (b) bendinde yer alan yasal düzenlemede öngörülen istisnadan yararlanılabilmesi için, aracın, münhasıran satın alan kişinin sakatlığına uygun hareket ettirici özel tertibatla donatılması gerekmektedir.

Dosyadaki bilgi ve belgelerden, davacı şirket tarafından, sinyal kolu soldan sağa alınarak otomatik şanzımanlı araç kullanabileceği yönünde sağlık raporu bulunan müşteriye satılan aracın sadece sinyal kolunun soldan sağa alındığı, yapılan tadilatın hareket ettirici özel tertibat olmadığı anlaşılmaktadır.

Bu durumda, uyuşmazlığa konu taşıtta, taşıtı satın alan kişinin sakatlığına uygun hareket ettirici özel tertibat bulunmadığı dikkate alındığında, Özel Tüketim Vergisi Kanunu’nun 7. maddesinin 2. fıkrasının (b) bendinde yer alan istisnadan yararlanılması mümkün değildir.

4. Damga Vergisi Kanunu

Resmi şekilde yapılmayan sözleşmeler için damga vergisi doğar mı?

(Danıştay Dokuzuncu Dairesinin 30.05.2013 tarih ve E:2013/1258 K:2013/5330 sayılı kararı)

Taşınmaz mülkiyetinin devrini konu edinen sözleşmeler, ancak resmi şekilde yapılmak koşuluyla hukuki değere sahip bulunmaktadır. Sözleşmenin resmi şekilde yapıldığının kabulü ise tapu sicil görevlilerince veya noter tarafından düzenlenmiş olmasıyla mümkündür. Dolayısıyla; taraflar arasında hariçte düzenlenen mülkiyet devrini amaçlayan sözleşmelerin, ispat ve belli etme gücünün varlığından söz edilmesine hukuki olanak yoktur.

Bu itibarla; yukarıda belirtildiği şekilde ortada Damga Vergisi Kanunu’nun 1. maddesi anlamında vergiye tabi kâğıt bulunmadığı durumlarda, damga vergisi doğmaz.

Özel Tüketim Vergisi Beyannamesi ekinde verilen taahhütname damga vergisine tabi midir?

(Danıştay Dokuzuncu Dairesinin 30.05.2013 tarih ve E:2013/679 K:2013/5345 sayılı kararı)

1 seri no.lu Özel Tüketim Vergisi Genel Tebliğinin 2 seri no.lu Genel tebliğ ile değişik (a) bendinde, tecil-terkin uygulamasından yararlanmak isteyen imalatçıların, (I) sayılı listenin (B) cetvelindeki malları ithalatçılardan veya rafineriler dahil imalatçılardan alımında, ekte bir örneği olan "Talep ve Taahhütname" ile birlikte sanayi sicil belgesinin noter veya yeminli mali müşavir tarafından onaylanmış bir örneğini özel tüketim vergisi mükellefine vermeleri gerektiği açıklanmıştır.

Özel tüketim vergisi beyannamesi ekinde verilen bu taahhütname, herhangi bir bedele ilişkin olmayıp yalnızca satın alınan veya ithal edilen malın ne şekilde kullanılacağına yönelik taahhüdü içermesi nedeniyle vergiye tabi tutulamayacağından tahakkuk ettirilen damga vergisinin kaldırılması istemiyle açılan davayı reddeden vergi mahkemesi kararında isabet bulunmamaktadır.

5. Vergi Usul Kanunu

ÖTV Kanunu’nun 4/2. maddesi kapsamında olmayanlar, VUK’nun 11. maddesi kapsamında ödenmeyen vergiden sorumlu tutulabilir mi?

(Danıştay Üçüncü Dairesinin 16.04.2013 tarih ve E:2013/980 K:2013/1371 sayılı kararı)

Vergi Usul Kanunu’nun vergi kesenlerin sorumluluğu başlığını taşıyan 11. maddesinin birinci fıkrasında, yaptıkları veya yapacakları ödemelerden vergi kesmeye mecbur olanların, verginin tam olarak kesilip ödenmesinden ve bununla ilgili diğer ödevleri yerine getirmekten sorumlu olacakları; ikinci fıkrasında da, bu sorumluluğun bunların ödedikleri vergilerden dolayı asıl mükelleflere rücu etmek hakkını kaldırmayacağı öngörülmektedir.

Bu maddeye, 3239 sayılı Kanun’la eklenen üçüncü fıkrada mal alım ve satımı ve hizmet ifası dolayısıyla vergi kesintisi yapmak ve vergi dairesine yatırmak zorunda olanların, bu yükümlülükleri yerine getirmemeleri halında verginin ödenmesinden, alım satıma taraf olanlar ile hizmetten yararlananlar, aralarında zımnen dahi olsa irtibat olduğu tespit olunanların müteselsilen sorumlu olacakları hükme bağlanmış ve 4369 sayılı Kanun’la üçüncü fıkrada geçen alım satıma taraf olanlar ile hizmetten yararlananlar, aralarında zımnen dahi olsa irtibat olduğu tespit olunanlar ifadesi alım satıma taraf olanlar, hizmetten yararlananlar ve aralarında doğrudan veya hısımlık nedeniyle ya da sermaye, organizasyon veya yönetimine katılmak veya menfaat sağlamak suretiyle dolaylı olarak ilişkide bulunduğu tespit olunanlar şeklinde değiştirilmiştir.

Maddenin başlığı ve metnin birlikte değerlendirilmesinden, üçüncü fıkrada geçen müteselsil sorumluluğun, Kanun’un 8. maddesinde verginin ödenmesi bakımından alacaklı vergi idaresine karşı muhatap olan kişi olarak tanımlanan ve yaptıkları veya yapacakları ödemelerden vergi kesmeye mecbur olan vergi sorumlularının vergi yükümlülüklerini yerine getirmemeleri halinde söz konusu olacağı anlaşılmaktadır.

Dolayısıyla, Vergi Usul Kanunu’nun 11. maddesi kapsamında özel tüketim vergisi uygulaması bakımından müteselsil sorumluluk doğabilmesi için kendisine mal teslim eden kişinin ÖTV Kanunu'nun 4. maddesinde tanımlanan özel tüketim vergisi sorumlusu sayılması ve sorumlu tarafından vergi hukukundan doğan yükümlülüğünün yerine getirilmemiş olması gerekmektedir. Başka bir ifadeyle, üçüncü fıkrada sayılanların müteselsil sorumluluğu sadece vergi sorumlusunun kestiği vergilerle sınırlı olup, söz konusu fıkranın ÖTV Kanunu’nun 4. maddesi dışında özel tüketim vergisi açısından uygulanma olanağı bulunmamaktadır.

ÖTV Kanunu’nun 4. maddesinin vergi sorumlusu başlığını taşıyan 2. fıkrasında, mükellefin Türkiye içinde ikametgâhının, iş yerinin, kanuni ve iş merkezlerinin bulunmaması halleri ile gerekli görülen diğer hallerde Maliye Bakanlığının, vergi alacağını emniyet altına alması amacıyla vergiye tabi işlemlere taraf olanları verginin ödenmesinden sorumlu tutulabileceği hükmüne yer verilmiş, bu maddeyle verilen yetkiye dayanılarak yayımlanan 1 seri numaralı Özel Tüketim Vergisi Kanunu Genel Tebliğinde özel tüketim vergisi mükelleflerinin Türkiye'de ikametgâhının, iş yerinin, kanuni ve iş merkezinin bulunmaması hallerinde verginin konusuna giren malları mükelleften teslim alanların veya adına hareket edenlerin verginin beyanı ve ödenmesinden mükellef gibi sorumlu olacakları açıklanmıştır. Maliye Bakanlığınca bunun dışındaki durumlar için vergiye tabi işlemlere taraf olanlar sorumlu tutulmamıştır.

Olayda, 2007 yılına ilişkin P.O. S. cihazıyla gerçekleştirilen satışa konu akaryakıt ürünlerinin bir kısmının belgesiz alındığının kabulüyle saptanan ürün miktarları üzerinden hesaplanan ve Hazineye intikal ettirilmediği ileri sürülen özel tüketim vergilerinden davacı, mal teslim edenlerin kimler olduğu bilinmediğinden bahisle sorumlu tutulmuştur.

Bu durumda davacıya mal teslimi edenlerin mükellef olması halinde davacıya 11. madde uygulanamayacağı gibi malı teslim aldığı kişi veya kişilerin 1 seri numaralı Özel Tüketim Vergisi Kanunu Genel Tebliğiyle vergi sorumlusu kılınanlardan olduğu yolunda tespit bulunmadığından, Hazineye intikal ettirilmediği ileri sürülen vergilerden davacının 11. madde kapsamında sorumlu tutulması mümkün değildir.

Öte yandan vergilendirmeye konu malları Türkiye'de ikametgâhı iş yeri, kanuni ve iş merkezi bulunmayan özel tüketim vergisi mükellefi veya mükelleflerinden aldığı yolunda bir iddia ileri sürülmediğinden, davacının ÖTV Kanunu’nun 4. maddesinin 2. fıkrası kapsamında vergi sorumlusu da sayılamayacağı açıktır.

Açıklanan gerekçelerle, verginin mükellefi veya sorumlusu olmayan ve tarhiyata neden olan malları vergi sorumlusundan aldığı da tespit edilemeyen davacı adına yapılan tarhiyatta yasaya uygunluk görülmediğinden, davanın reddi yolunda verilen mahkeme kararının bozulması gerekmiştir.

6. 6183 Sayılı Kanun

Yapılan satışın Bs formuyla beyan edilmesi, alacak bulunduğunun bildirimi kabul edilebilir mi, haciz uygulaması için yeterli midir?

(Danıştay Dördüncü Dairesinin 10.06.2013 tarih ve E:2010/8630 K:2013/4481 sayılı kararı)

Amme borçlusunun üçüncü şahıslardaki alacakları üzerine haciz uygulanabilmesi için amme borçlusunun üçüncü şahıs nezdinde alacağının bulunduğunu bildirmiş olması veya idarece borçlu şirketin bu şahıslardan alacağı olduğunun tespit edilmesi ve tespit edilen tutar için haciz konulması gerekmektedir.

Vergi borcu bulunan mükellefin davacıya yaptığı satışı (Bs) formuyla beyan etmesi, ödemeye ilişkin bir tespitte bulunulmaksızın, davacıdan alacağının bulunduğu yolunda bir bildirim olarak kabul edilemez.

Öte yandan, İdarece davacı şirketin borcu olduğuna ilişkin somut bir tespit yapılmış olması halinde dahi haciz uygulanabilecek ve sonrasında ödeme emriyle istenebilecek olan tutar, alacaklının tüm vergi borcu kadar değil, tespit edilen hak ve alacak tutarı kadar olacaktır.

Yukarıda özetlenen kararlar ile diğer çok sayıda kararın tam metni, Danıştay Dergisinin 134. sayısında yer almaktadır. pwc

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Yukarıda yer verilen açıklamalar, konuya ilişkin genel bilgiler içermektedir. Özdoğrular smmm ltd. şti. / www.ozdogrular.com, işbu dokümanın içeriğinden kaynaklanan veya içeriğine ilişkin olarak ortaya çıkan sonuçlardan dolayı herhangi bir sorumluluk iddiasında bulunulamaz.