Skip to content

Narrow screen resolution Wide screen resolution Auto adjust screen size Increase font size Decrease font size Default font size default color brick color green color
Yeni Yargı Kararları (2016/2) PDF Yazdır e-Posta
29 Nisan 2016

Image

Danıştay Dergisinin 140. sayısında yer alan güncel bazı yargı kararları

 

1. Gelir Vergisi Kanunu

Avukatlar tarafından sabit ücret belirlenerek imzalanan vekalet sözleşmeleri gereği elde edilen gelirin niteliği nedir?

(Danıştay Üçüncü Dairesinin 26.12.2012 tarih ve E:2013/4591 K:2015/4983 sayılı kararı)

Gelir Vergisi Kanunu’nun 65. maddesinin birinci fıkrasında her türlü serbest meslek faaliyetinden doğan kazançların serbest meslek kazancı olarak nitelendirildiği, 2. fıkrasında da serbest meslek faaliyetinin sermayeden ziyade şahsi mesaiye, ilmi veya mesleki bilgiye veya ihtisasa dayanan ve ticari mahiyette olmayan işlerin işverene tabi olmaksızın şahsi sorumluluk altında kendi nam ve hesabına yapılan bir faaliyet olduğu; 66. maddesinin birinci fıkrasında serbest meslek faaliyetini mutat meslek halinde ifa edenlerin, serbest meslek erbabı olduğu, serbest meslek faaliyetinin yanında meslekten başka bir iş veya görev ile devamlı olarak uğraşılmasının da bu vasfı değiştirmeyeceği hüküm altına alınmış, Kanun’un 61. maddesinin birinci fıkrasında ise ücret, işverene tabi ve belirli iş yerine bağlı olarak çalışanlara hizmet karşılığı verilen para ve ayınlar ile sağlanan ve parayla temsil edilebilen menfaatler olarak; 62’nci maddesinde de işverenler, hizmet erbabını işe alan, emir ve talimatları dahilinde çalıştıran gerçek ve tüzel kişiler olarak tanımlanmıştır.

Yukarıda kurallarına yer verilen Kanun hükümleri uyarınca, gelir vergisi uygulamasında bir ödemenin, ücret olarak kabul edilebilmesi için hizmet erbabının işverene tabi olması, belli bir iş yerine bağlı olarak çalışması ve hizmetin karşılığında, nakit veya ayın olarak yapılan bir ödeme veya hizmet erbabına sağlanan ve parayla temsil edilebilen bir menfaat olması koşullarının birlikte gerçekleşmesi gerekmektedir. Nitekim Gelir Vergisi Kanunu’nun serbest meslek kazançlarının vergilendirilmesine yönelik hükümlerine ilişkin olarak yayımlanan 221 seri no.lu Gelir Vergisi Genel Tebliğinde ile gerek ücretin gerek serbest meslek kazancının emeğe dayanan gelir unsurları olduğu, serbest meslek kazançlarında emeğin; bir işverene tabi olmaksızın, şahsi sorumluluk altında kendi nam ve hesabına değerlendirildiği, bir işverene tabi ve belirli bir iş yerine bağlı olarak çalışılması halinde elde edilen gelirin ücret olduğu, ücret ile serbest meslek kazancı ayrımındaki temel ölçütün iş yerine bağlılık ve işverene tabilik olduğu, iş yerine bağlılıktan maksadın, kendisine ait olmayan bir organizasyonun iş yerinde çalışılması; işverene tabilikten maksadın ise işverenin hizmetli üzerinde hiyerarşik bir kontrol ve yaptırım uygulama hakkının bulunması olduğu, bu unsurların bulunmaması halinde, gelir vergisi açısından işverene tabi olarak işveren-hizmetli ilişkisinden bahsedilemeyeceği belirtilmiştir. Buna ilaveten, yukarıda anılan Kanun ve Genel Tebliğe göre serbest meslek erbabı olan bir kimsenin mesleğinden başka ticari, zirai veya ücret gibi bir gelir getiren iş veya görev ile devamlı olarak uğraşmasının da onun serbest meslek erbabı olma niteliğini değiştirmeyeceği açıktır.

İş (hizmet) sözleşmelerinde işçi, işverene ait iş yerinde ona bağlı çalışırken vekalet sözleşmesinde vekil, kendine ait iş yerinde çalışıp kendi belirlediği ücret üzerinden hizmet sunumunda bulunabilmektedir. Hizmet sözleşmesinde ücret, genellikle işveren tarafından belirlenen sürelere göre tayin edilirken vekalet sözleşmesinde yapılan işe göre ücret tespit edilir. Hizmet sözleşmesinde bağımlılık unsuru vekalet sözleşmesine göre daha açıktır ve işçi işverenin organizasyonu içinde onun emirlerini yerine getirir. Oysa vekalet sözleşmesinde müvekkilin vekiline verdiği talimat hizmet sözleşmesindeki emir ve talimattan farklıdır. Burada vekil Avukatlık Kanunu’nun 34. maddesine göre yüklendiği görevi Türkiye Barolar Birliğinin belirlediği meslek kuralları içinde özen ve doğruluk içinde yapma ödevi altındayken, hizmet sözleşmesinde işçi işverenin belirlediği şartlarda onun emir ve talimatlarım yine onun denetimi altında yerine getirir. Ayrıca 1136 sayılı Kanun’un 12. maddesinin son fıkrası da ücretini kamu veya özel şirketlerden alan avukatların yalnız bu devlet dairesi ve şirketlere ait işlerde avukatlık yapacağım hüküm altına alarak, ücretteki bağımlılık unsurunu ortaya koymaktadır. Aynı Kanun’un 163. maddesine göre serbestçe düzenlenebilecek vekalet sözleşmesinde belli bir hukuki yardım ve değerinin bulunması yeterliyken, uyuşmazlık konusu dönemde yürürlükte bulunan 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 313 ve devamı maddeleriyle 4857 sayılı İş Kanunu’nun 8. maddesinde iş (hizmet) sözleşmesinde işçinin “bağımlı olarak” iş görmesi, işverenin ücret ödemesi yani ekonomik bağımlılık, belirli veya belirsiz süreli mesai kaideleri gibi hususların bulunması gerekir. Ayrıca vekalet sözleşmesinde vekilin, müvekkilini temsil yetkisi olduğu halde, hizmet sözleşmesinde genellikle işçinin işvereni temsil yetkisi bulunmamaktadır. İş sözleşmesi tarafı olan işçinin kendi işçileri ve müşterileri yoktur. Ancak vekilin, ücreti kendisi tarafından ödenen yardımcısı bulunabilir ve işin görülmesinde bu kişiden yararlanabilir. Bu da vekilin çalışma ilişkisinin bağımsız olduğunu gösterir.

Bu tespitlere göre kendisine ait ayrı bir büroda bağımsız bir vergi mükellefi olarak serbest avukatlık yapan davacıyla müvekkili arasında düzenlenen ve tarhiyata dayanak teşkil eden sözleşmenin vekalet sözleşmesi olarak değerlendirilmesi gerekir.

Bu durumda, olayda, müvekkiliyle Avukatlık Kanunu uyarınca imzaladığı vekalet sözleşmesi gereği kendisine ait iş yerinde bir işverene tabi olmaksızın başka avukatlar ile de gerektiğinde işbirliği yaparak avukatlık ve danışmanlık hizmeti sunan davacının, yaptığı bu işin şahsi sorumluluğu altında sermayeden ziyade şahsi mesaisine, mesleki bilgi ve becerisine dayanması ve bir işverene bağlı olmaksızın gerçekleştirilmesi nedeniyle kendisinin serbest meslek erbabı, elde ettiği kazancın da serbest meslek kazancı olduğu sonucuna ulaşıldığından, Vergi Mahkemesi kararının aksi yöndeki temyiz istemine konu hüküm fıkrasında hukuka uygunluk bulunmamaktadır.

Öte yandan, davacının dava konusu faaliyeti nedeniyle elde ettiği kazanç serbest meslek kazancı olduğundan, Vergi Usul Kanunu’nun 19. maddesi ile Katma Değer Vergisi Kanunu’nun 10. maddesinin (a), (b), (c) bentlerinde yer alan yasal düzenlemelere göre, katma değer vergisi açısından vergiyi doğuran olay, malın teslimi veya hizmetin yapılması anında meydana gelmekte olup, bu hususta ticari, sınai, zirai veya serbest meslek faaliyeti çerçevesinde yapılan teslim ve hizmetler yönünden farklı bir düzenlemeye yer verilmediği, serbest meslek kazancının tespitinde, gelir vergisi açısından, tahsilat esasının getirilmiş olmasının da, yukarıda anılan hukuki durumu değiştirmeyeceği, dolayısıyla Vergi Mahkemesince hizmetin yapıldığı tarihin araştırılarak vergiyi doğuran olayın bu tarihte meydana geldiği hususunun gözetilmesi suretiyle yapılacak yargılama sonuca göre karar verilmesi gerekir.

Birden fazla alım satım işlemi ticari faaliyet oluşturur mu?

(Danıştay Dördüncü Dairesinin 10.06.2015 tarih ve E:2014/9117 K:2015/3175 sayılı kararı)

Alım ve satım bulunması durumunda böyle bir faaliyetin hangi şartlar altında ticari faaliyet olarak değerlendirilmesi gerektiği hususunda Vergi Usul Kanunu’nda bir açıklık bulunmamaktadır. Ancak bir faaliyetin ticari faaliyet olabilmesi için, hem alım satımlarda devamlılık ve süreklilik bulunması hem de kazanç elde etme amacıyla yapılmış olması zorunludur. Bu husus ise şüphesiz ilgili dönemlerde yapılan alım satımların sayısal çokluğuna da bakılarak karar verilecek bir husustur. Aksi takdirde bu şartları taşımayan bir faaliyeti ticari faaliyet olarak kabul etmek hayatın olağan akışı ile ticari icaplara da uygun düşmez.

Davacının 2011, 2012 ve 2013 yıllarında birer adet olmak üzere toplam üç adet araç alım satımı yaptığının tespit edilmesi üzerine adına mükellefiyet tesis edilmiştir. Ancak araç alım satımlarının değişik yıllara yayıldığı ve her yıl bir adet aldığı göz önüne alındığında ticari faaliyetin varlığının en önemli unsuru olan devamlılık ve süreklilik koşulunun gerçekleştiğini kabul etmek mümkün değildir.

Öte yandan, dava konusu edilen işlemin dayanağını oluşturan ve davacı nezdinde düzenlenerek davacıya imzalatılan yoklama tutanağında her ne kadar araçların kar amacı güdülerek alınıp satildığı ifadesi tutanağa geçirilmiş ise de; işleme dayanak teşkil eden tutanak yukarıda değinilen 213 sayılı Kanun’un 131’inci maddesinde belirtilen özellikleri taşıyacak şekilde ve yoklama yapılan konu hakkında hiç bir tereddüte yer vermeyecek somut tespitleri içerecek nitelikte düzenlenmediği; tutanakta araçların kar amacı güdülerek alınıp satıldığı belirtilmesine rağmen alış satış bedelleri hakkında bilgi alınamadığının da belirtildiği, dolayısıyla araç alış satışlarından kar elde edildiği ve kar amacı güdüldüğü ortaya koyulmadığı gibi kar amacı güdüldüğü ifadesini destekler mahiyette noter satış sözleşmesi ya da benzer bir sözleşmenin de tutanağa eklenmediği görülmektedir.

Dolayısıyla vergilendirmede ya da vergilendirmeye esas teşkil edecek işlemlerin tesisinde gerçek durumu esas alan 213 sayılı Kanun’un 3. maddesi ve bu hususla ilgili somut tespitleri içeren olay ve olguların yansıtıldığı tutanakların ya da yoklama fişlerinin nasıl düzenlenmesi gerektiğini düzenleyen aynı Kanun’un 131. maddesi karşısında, davacı nezdinde düzenlenmiş olsa da tutanak, düzenlediği hususa ilişkin olarak tereddüte yer vermeyecek somut delil ve tespitleri içermediğinden dava konusu işleme dayanak alınamaz.

Bu durumda ticari faaliyet bulunduğu tespit edilmeksizin tesis edilen işlemde ve işleme karşı açılan davayı reddeden mahkeme kararında hukuka uyarlık görülmemiştir.

Mükellefiyeti sona eren adi ortaklığın indiremediği katma değer vergisi ortaklarınca gider kaydedilebilir mi?

(Danıştay Dördüncü Dairesinin 15.06.2015 tarih ve E:2014/8443 K:2015/3323 sayılı kararı)

Hissedarı olunan ve mükellefiyeti sona eren adi ortaklığın indirim yoluyla gideremediği katma değer vergileri, ortaklarca gider olarak dikkate alınamaz.

2. Damga Vergisi Kanunu ve Harçlar Kanunu

Taşınmaz satış vaadi sözleşmesinde yer alan bedel taşınmazın emlak vergisi rayiç değerinden düşükse, damga vergisi matrahı hangisidir?

(Danıştay Dokuzuncu Dairesinin 07.04.2015 tarih ve E:2013/695 K:2015/2176 sayılı kararı)

Damga Vergisi Kanunu’nun 10. maddesinde; “Nispi vergide, kâğıtların nevi ve mahiyetlerine göre, bu kâğıtlarda yazık belli para, maktu vergide kâğıtların mahiyetlerinin esas olduğu, belli para teriminin, kâğıtların ihtiva ettiği veya bunlarda yazık rakamların hâsıl edeceği parayı ifade ettiği belirtilmiştir.

Olayda davacı şirket tarafından 1.000.000 TL değer gösterilerek düzenleme şeklinde kat karşılığı inşaat satış vaadi ve işletme sözleşmesi ile 50.000 TL değer gösterilerek gayrimenkul satış vaadi ve kat karşılığı inşaat sözleşmelerinin imzalandığı, sonrasında adalet müfettişlerince sözleşmelerdeki değerlerin düşük gösterildiği gerçek değerlerin emlak vergisi rayiç değerleri dikkate alınarak hesaplanması gerektiğinin tespiti üzerine aradaki fark damga vergisi ve harçların davacıdan tahsil edildiği görülmekteyse de; damga vergisi açısından bir kâğıdın içinde belli bir paranın miktar olarak açıkça belirtilmesi durumunda bu kâğıdın nispi vergiye tabi olacağı, bu kâğıtlarda gösterilen para miktarlarının verginin matrahı olacağı hususları açıkça düzenlendiğinden sözleşmelerde yazılı olan değerler üzerinden vergilendirme yapılması gerekirken sözleşmede yer almayan emlak vergisi rayiç değerlerinin damga vergisinin matrahı olarak dikkate alınmasında hukuka uygunluk bulunmamaktadır.

Harçlar Kanunu’nun 41. maddesinde de; noter harçlarının 2 Sayılı Tarifede yazılı işlemlerden değer veya ağırlık ölçüsüne göre nispi, işlemin nevi ve mahiyetine göre maktu esas üzerinden alınacağı belirtilmiş olup; 2 Sayılı Tarifenin 1. maddesinde de dava konusu sözleşmelerde olduğu gibi muayyen bir meblağı ihtiva eden sözleşmeler için hesaplanacak nispi harçlara ait değerler belirtilmiştir.

Davacının imzaladığı sözleşmelerden alınacak damga vergisi ve noter harçları hesaplanırken esas alınması gereken değerin emlak vergisi değeri olduğuna dair Damga Vergisi Kanunu ile Harçlar Kanunu’nun ilgili maddelerinde herhangi bir yasal düzenleme bulunmadığından, vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülüklerin kanunla konulacağına dair Anayasa hükmüne açıkça aykırılık teşkil eden dava konusu vergilendirme işlemlerinde yasal isabet bulunmamaktadır.

Davacıdan eksik alındığı ileri sürülerek vergi dairesine yatırılan damga vergisi ile noter harçlarım iadesine hükmedilmesi durumunda yargı kararıyla davacıya iadesi gereken bir tahsilat durumu ortaya çıkacaktır. İadesi gereken tutar yönünden vergi iadesi ile davacı arasındaki ilişki, “iadenin yargı kararlarıyla hüküm altına alınması nedeniyle yönetilen-idare ilişkisi olmaktan çıkarak, bir borç ilişkisine dönüşmüştür. Dolayısıyla bu ilişkinin borçlusu tarafından alacaklısına, paranın tasarrufundan yoksun kalınan süre için; Borçlar Kanunu ve Ticaret Kanunu’na göre faiz ödenmesi gereken hallerde hangi oranda faiz ödeneceğini düzenleyen, 3095 sayılı Kanuni Faiz ve Temerrüt Faizine İlişkin Kanun hükümlerine göre, davacıya ödeme tarihinden itibaren faiz ödenmesi gerekmektedir.

3. Vergi Usul Kanunu

Gayrifaal dönemler için beyanname verilmesi gerekir mi?

(Danıştay Üçüncü Dairesinin 24.02.2015 tarih ve E:2013/2829 K:2015/786 sayılı kararı)

Vergisel ödevler doğmadan önceki bir tarihte gayri faal olduğu yoklamalarla açıkça ortaya konulan davacı adına, beyannamelerini süresinde vermediğinden bahisle kesilen usulsüzlük ve özel usulsüzlük cezalarında hukuka uygunluk görülmemiştir.

Takdir komisyonmu kararının dayanağı olan vergi tekniği raporunun tebliğ edilmemesi halinde tarhiyat yasaya uygunh mudur?

(Danıştay Dördüncü Dairesinin 10.06.2015 tarih ve E:2015/497 K:2015/3174 sayılı kararı)

Anayasanın 36. maddesinde yer verilen iddia ve savunma hakkı, birbirini tamamlamakta ve birbirinden ayrılmaz niteliğiyle de hak arama hürriyetine temel oluşturmaktadır. Hak arama hürriyeti, önemi nedeniyle yalnız toplumsal barışı güçlendiren dayanaklardan biri değil, aynı zamanda bireyin adaleti bulma, hakkı olanı elde etme, haksızlığı önleme uğraşının da aracıdır. Savunma hakkının öznesi, suçlanan kişidir. Kişinin, savunma seçeneklerini değerlendirebilmesi için, öncelikle kendisine yöneltilen suçlamanın varlığım ve sebeplerini bilmesi gerekir. Çağdaş bir hukuk düzeninde bu hakkın kullanılması, olabildiğince kolaylaştırılmalı; olumlu ya da olumsuz sonuç almayı geciktiren, güçleştiren engeller kaldırılmalıdır. Savunma hakkının belirtilen şekilde kullanılabilmesi ise; iddia olunan fiile ilişkin tespit ve kanıtların bilinmesi, buna bağlı olarak karşı argümanlar geliştirilerek aksi yönde tespit ve kanıtların sunulmasıyla mümkündür.

Anılan Anayasa hükümleri, Ülkemizin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerle güvence altına alınmış bulunan ve “Hukuk Devleti”nin vazgeçilmez ilkelerinden olan “hak arama özgürlüğü”, “adil yargılanma hakin” ve “mahkemeye başvuru hakkı” ilkeleri ile doğrudan ilgili olup, söz konusu temel haklara anayasal bir değer yüklediği açıktır.

Savunma hakkı, Anayasa’nın ‘Kişinin Hakları ve Ödevleri’ni belirleyen ikinci bölümünde yer alan, temel haklardandır. Evrensel konumu nedeniyle, insanlığın ortak değerlerinden sayılmaktadır. Felsefi ve hukuksal nitelikleri ve içerikleriyle adalet kavramı ve yargılama işlevi, birbirini tümleyen, birbirinden ayrılamaz nitelikteki sav-savunma-karar üçlüsünden oluşan yargıyla yaşama geçmektedir.

Öte yandan, Vergi Usul Kanunu’nun 35. maddesinin ikinci fıkrasında, takdir komisyonu kararı üzerine tarh edilen vergilerde kararın ve re’sen takdiri gerektiren inceleme raporunun birer suretinin ihbarnameye ekleneceği düzenlemesi hükme bağlanmıştır.

Bu düzenlemeye göre; mükelleflerin uzlaşma, dava açma ve savunma gibi yasal haklarını kullanabilmeleri için tarhiyatın dayanağı olan ve tarhiyatın yapılma nedeni ile matrah farkının tespitine ilişkin hesaplamaların nasıl yapıldığına dair açıklamaları içeren takdir komisyonu kararının, vergi inceleme raporunun veya tarhiyata dayanak alman “mükellef adına” düzenlenmiş vergi tekniği raporunun ihbarnameye eklenmesinin gerekli olduğu anlaşılmaktadır. Bu niteleme karşısında takdir komisyonu kararının, inceleme raporunun veya mükellef adına düzenlenmiş vergi tekniği raporunun ihbarnameye eklenmemesinin, anılan Kanun’un 108. maddesinde belirtilen basit şekil noksanlığı olarak mütalaa edilmesine de olanak bulunmamaktadır.

Davacı adına yapılan tarhiyata esas teşkil eden takdir komisyonu kararının dayanağı olan davacı hakkında düzenlenen vergi tekniği raporunun davacıya tebliğ edilmediği anlaşılmıştır. Bu durum karşısında, yukarıda yazılı nedenlerden dolayı davacının savunma hakkının engellendiği tartışmasız olup, sadece takdir komisyonu kararı ile vergi ve ceza ihbarnamesi tebliğ edilmek suretiyle davacıya bildirilen tarhiyatın kaldırılması gerekmektedir. Bu nedenle, Vergi Mahkemesi kararında hukuka uyarlık görülmemiştir.

Zamanaşımından sonra yapılan tarhiyat için düzeltme istenebilir mi?

(Danıştay Dokuzuncu Dairesinin 20.04.2015 tarih ve E:2012/3761 K:2015/2921 sayılı kararı)

Vergi Usul Kanunu’nun 122. maddesinde, mükelleflerin vergi muamelelerindeki hataların düzeltilmesini vergi dairesinden isteyebilecekleri; 124. maddesinde de, vergi mahkemelerinde dava açma süresi geçtikten sonra yaptıkları düzeltme talepleri reddolunanların şikayet yolu ile Maliye Bakanlığına müracaat edebilecekleri açıklanmıştır.

Vergi Usul Kanun’unun “Düzeltmede Zamanaşımı” başlıklı 126. maddesinde, 114. maddede yazılı zamanaşımı süresi dolduktan sonra meydana çıkarılan vergi hatalarının düzeltilemeyeceği, ancak düzeltme zamanaşımı süresinin; zamanaşımı süresinin son yılı içinde tarh ve tebliğ edilen vergilerde hatanın yapıldığı; ilan yoluyla tebliğ edilip vergi mahkemesinde dava konusu yapılmaksızın tahakkuk eden vergilerde mükellefe ödeme emrinin tebliğ edildiği; ihbarname ve ödeme emri ilan yolu ile tebliğ edilen vergilerde 6183 sayılı Kanuna göre haczin yapıldığı tarihten başlayarak bir yıldan aşağı olamayacağı hükmüne yer verilmiştir.

Anılan madde hükümlerinin değerlendirilmesinden, düzeltme zamanaşımı süresi konusunda oluşabilecek farklı durumlar için ayrı hükümler getirilmek suretiyle, beş yıllık genel zamanaşımı süresinin istisnai olarak hangi durumlarda uzayabileceği belirtilmiştir.

Dosyanın incelenmesinden, davacının 2004 yılı içerisinde üç adet belge karşılığında yapmış olduğu mal ve hizmet satışlarının ilgili yıl içerisinde vermiş olduğu Bs formunda bildirmediği gerekçesiyle ilgili dönem matrahlarının belirlenmesi için takdir komisyonuna sevk edildiği 26.05.2010 tarihli takdir komisyonu kararına istinaden düzenlenen ihbarnamelerin 24.06.2010 tarihinde davacıya tebliğ edildiği, sonrasında davacı tarafından düzeltme-şikâyet başvurusunda bulunulduğu, talebinin zımnen reddi üzerine de görülmekte olan davanın açıldığı, mahkemece 2004 yılına ait vergi ve cezaların zamanaşımına uğraması nedeniyle zamanaşımı süresi dolduktan sonra ortaya çıkan vergi hatalarının düzeltme şikâyet yolu ile kaldırılmasının mümkün olmadığı gerekçesi ile açılan davanın reddedildiği anlaşılmaktadır.

Olayda, tarh zamanaşımı süresinin 2004 yılı için 31.12.2009 tarihinde dolduğu, söz konusu vergi ve cezalar için idarece takdir komisyonuna başvurulduğu; ardından 2010 tarihli ihbarnameler düzenlenerek 24.06.2010 tarihinde tebliğ edildiği saptanmıştır.

Bu durumda, 2004 yılma ait vergi ve cezalar için 31.12.2009 tarihinde dolan tarh zamanaşımı süresinden sonra 2010 yılında tarh ve tebliğ işlemlerinin yapıldığı; davalı idarece zamanaşımı kurallarına riayet edilmediği anlaşıldığından davacı tarafından durumdan haberdar olunduktan sonra yapılan düzeltme-şikayet başvurusunun cevap verilmemek suretiyle zımnen reddi işleminin iptali istemiyle açılan davayı; zamanaşımı süresi dolan verginin düzeltme şikayet yoluyla kaldırılmasının mümkün olmadığı gerekçesiyle reddedilmesinde hak ve nesafet kurallarına uygunluk görülmemiştir.

Bir başka anlatımla, 2004 yılma ait vergi ve cezalar beş yıl içinde, yani en son 31.12.2009 tarihine kadar tarh ve tebliğ edilmesi gerekirken bu tarihten sonra 2010 yılında tarh ve tebliğ edildiğinden, davacının anılan tarihten önce düzeltme yoluna başvurmasına fiilen ve hukuken imkân bulunmaması karşısında; davalı idareden kaynaklanan sebeplerle zamanaşımına uğrayan vergi ve cezalardan dolayı davacının bilgisi dışında aleyhine ortaya çıkan durum nedeniyle zamanaşımı gerekçe gösterilmek suretiyle mahkemece verilen ret kararında yasal isabet bulunmamaktadır.

Yukarıda özetlenen kararlar ile diğer çok sayıda kararın tam metni, Danıştay Dergisinin 140'ıncı sayısında yer almaktadır.

Bu makalede yer alan açıklamalar, yazarının konu hakkındaki kişisel görüşünü yansıtmaktadır. Makaledeki bilgi ve açıklamalardan dolayı Özdoğrular smmm ltd. şti /Mehmet Özdoğru ve/veya ozdogrular.com./com.tr' ye sorumluluk iddiasında bulunulamaz. Mevzuatın sık değiştirilen ve farklı anlayışlarla yorumlanabilen yapısı nedeniyle, herhangi bir konuda uygulama yapılmadan önce konunun uzmanlarından profesyonel yardım alınmasını tavsiye ederiz.